Uncategorized

Sanata Adanan Bir Yaşam Öyküsü

İ stanbul Güzel Sanatlar Akademisi Seramik Bölümü’nü bitirdim. Sanatçı kimliğiyle başladım. 1974’te Amerika’ya gittim ve orada bir sene kadar kaldım. Amerika’da bir seramik atölyesinde çalışırken atölyeyi kapatıyoruz dediler. Biz de bir gün içinde parasız kaldık tabii. Hemen ertesi sabah bir arkadaşımın vasıtasıyla bir galeride çalışmaya başladım ve galericilik fikri bende orada çalışırken başladı. Hiç böyle bir projem yoktu aslında. Aşağı yukarı 4-5 ay kadar o galeride çalıştım. Çok zevkli bir meslek olduğunu gördüm. Özellikle tabii Amerika o yıllarda yükselme döneminde olduğu için… Galeri, New York Manhattan’da, Soho bölgesindeydi. Binlerce insanın geldiği, arka arkaya açılan sergilerin gezildiği, kokteyllerin yapıldığı bir sistemin içindesiniz. Yüzlerce galeri aynı mahallede zaten. Çok hoşuma gitti ve dedim ki ben bu mesleği Türkiye’de yapayım. Çok az bilgim olmasına rağmen her şeyi bırakıp geldim ve burada, aile apartmanında Galeri Baraz’ı açtım. Oradaki galeride çalışırken telefonlara cevap veriyordum, resimlerin ambalajını yapıyordum, satılan resimleri arabayla götürüp teslim ediyordum, vs. Böyle bir çalışma içindeydim; yani tam galericilik değil de galericiliğin fizikî işlerini yapıyordum ama bir taraftan da gözlemliyordum. Başka bir tarafım daha vardı tabii. Ben o zamanlar bütün Avrupa’yı gezmiştim; Doğu Bloku dâhil, İngiltere, İsveç, Danimarka, İtalya… Her tarafı gezmiştim ve bir birikimle gitmiştim Amerika’ya. Kültürel birikimim fena değildi o yaşıma rağmen. Amerika’ya gittikten sonra her şey değişti çünkü bir de baktım ki Amerika o yıllarda, bugün de öyle ya, Avrupa’dan 100 sene daha ileriydi. Müzeler, kitapçılar, o insanların çalışkanlığı, vs. müthiş etkilemişti beni. Avrupa daha statik bir bölgedir; özellikle şimdi daha da fena oldu. Galeriyi açarken, 1975 yılının siyasi şartlarını bile hiç düşünmemiştim çünkü çok gençtik, dinamiktik. Ben 30 yaşlarındayım o zaman. Gayet cesurca… Sosyolojik olarak baktığınızda öyle bir zamanda galeri açmak belki delilikti çünkü müze yok, müşteri yok, sanatçıların satma alternatifi yok. Gayet iyi hatırlıyorum, sanatçılar üretimi bile durdurmuştu. Başlangıçta Akademi’nin, yani bugünkü Mimar Sinan Üniversitesi’nin hocaları ile başladım genellikle; Nurullah Berk, Sabri Berkel, Neşet Günal, Edip Hakkı Köseoğlu, Ali Çelebi neslinden sanatçılar. Bir de bağımsız sanatçı kimliğinde İbrahim Safi vardı, Necdet Kalay vardı. Atölyesini dışarıda kurmuş pek çok ismi sayabiliriz. Fakat çoğu da benden 30-40 yaş büyüktü. Dolayısıyla tam bir diyalog içinde değildik. Daha saygılı bir ilişkimiz vardı. O yıllarda sağ-sol çatışmaları vardı, insanlar hunharca birbirlerini öldürüyordu. Tabii bu şimdi genç nesle çok manasız geliyor. Anlatsanız alay konusu olursunuz yani. O zamanın gençleri, ortada hiçbir şey yokken, yani kışkırtmalarla birbirlerini yok etmeye çalışan, fabrikalarda grev yapmaya çalışan, makineleri kıran sağcı ve solcu gruplar halindeydi. Ekonomik bozukluk da vardı. Bu durum 1975-1980 arasında çok yoğun şekilde devam etti. Ben hiçbir zaman siyasete girmedim. Nefret ederim. Hiç politikacı arkadaşım da olmadı. Ben tamamen sanat içinde yaşamış birisiyim. Hoşlanmam da zaten öyle bürokratik şeylerden. Gün geçtikçe, 1980’e doğru geldikçe bu şiddet arttı. Benim dönemimden sınıf arkadaşlarım hapse girdiler. Çoğu kişi tutuklandı, işkence gördü. Böyle bir sürü olaylar yaşadık. Belki bizim hayata bakışımız, siyasete girmemiş olmamız şans oldu çünkü biz sadece sanatın içinde olmak istedik, sanatın gelişmesi için ne yaparız diye uğraşarak kendimizi toplumsal durumdan soyutladık. Belki tek başarımız buydu. Hiçbir şey yokmuş gibi, burası bir Danimarka, bir İsveç’miş gibi… Düşünebiliyor musunuz, millet birbirini boğazlarken biz burada resim sergileri açtık her ay. Galeri zaman içinde müşteri edinmeye başladı ve 1978-1980’den itibaren Türkiye’de yavaş yavaş bir koleksiyoncu kitlesi oluştu. Halil Bezmen, Erol Aksoy, Mustafa Taviloğlu, Barbaros Çağa, Can Elgiz, Suna-İnan Kıraç… Birçok isim sayabilirim, bunlar o günlerin en önemli şahsiyetleriydi. Ailesi zengin kişilerdi ve ben bu kişilerle diyalog kurdum. Onlara bulduğum eserlerin en iyilerini, başyapıtları satmaya başladım. O zamanın en zengin aileleriyle güven duygusu içinde çalışmalar yaptık. 1983’ten sonra, Turgut Özal döneminde Türkiye’de çok büyük bir değişim oldu. Türk resminde son 40 yıla baktığınızda, en büyük pazar 1985-1990 yılları ile 2009- 2012 yılları arasındadır. Bunlar dışında bu 40 yılda çok büyük bocalamalar olmuştur. Pek çok galeri kapanmıştır. Sanat, enerjisi büyük bir sistem fakat bunun belirli dönemleri var. Savaş şartlarında ekonomi bozulur, kimse sanat eseri satın almaz. Siyasi, vs. etkiler nedeniyle piyasada bozulmalar olur. Biz de bu şekilde dalgalana dalgalana 40 yılımızı geçirdik ama bu süre içinde, çok kısa zamanda çok başarılı olduk. 1985-1990 yıllarını hatırlıyorum; bir daha öyle bir dönem ne zaman gelir bilmiyorum. Resmi asardım, aynı resmi 3-4 kişi almak isterdi. Bunu bugün bir sanat ortamında söylesek “Yalan söylüyor herhalde” diye düşünebilirler ama o, öyle bir dönemdi çünkü Turgut Özal topluma ümit verici konuşmalar yaptı. Kanunlar çıkarttı, yurt dışında parası olan getirsin dedi. Bu da hiç beklenmeyen, suni bir zenginlik yarattı. O yılları 70 yaşın üstündekiler çok iyi hatırlar. İstanbul’daki bütün gece kulüpleri ağzına kadar doluydu. Böyle bir eğlence hayatı bugün bile var mı bilemiyorum. Sanki Pompei’nin son günleri gibi bir dönemdi. Bu zenginliğin belki trilyonda biri Türk resmine girmiştir ama 100-150 senedir resim yapılan bir toplumda, birden bire küçük miktarda bile olsa bir para girişi olduğunda, o para sektörü meydana çıkarmış olur. İşte biz de bunun önderi olduk. Bizden önce zaten bu tip galeriler açılmış. Mesela Adalet Cimcoz’un Maya Sanat Galerisi var, daha önce İsmail Hakkı Oygar (Galeri İsmail Oygar), Mefkûre Şerbetçi (Galeri Ada) ve Melda Kaptana Sanat Galerisi var. Fakat biz Türkiye’de 3 kişi başlattık bu işi. Biri benim, biri Aydın Cumalı (Cumalı Sanat Galerisi), biri de Ertan Mestçi (Artisan Sanat Galerisi)’dir ve üçümüz de ayrı sanat eserleriyle çalıştık. İleride sanat tarihi doğru düzgün yazılırsa -ki bugüne kadar yazılmamıştır- ve ileride dürüst yazarlar çıkarsa, onlar bizim ne kadar büyük ve fonksiyonel bir iş yaptığımızı yazacak. Zor bir şeydi, ilk biz başlatmıştık ve çok gerilimli bir hayatımız oldu. Hem ressam-galerici ilişkisinde hem galerici-müşteri ilişkilerinde hep böyle çelişkili durumlar oldu. Sanat yazarlarıyla sürtüşmelerimiz oldu. Münakaşalarımız, mahkemelerimiz oldu. Ortada hiç para pul yokken biz birbirimize düştük. İşin esası da budur. Bugün Türkiye bunu aşmıştır çünkü herkes iyi kötü kendi alanında yürüyor, bir şeyler alıyor satıyor. Fakat bizim zamanımızda çok daha elektrikli bir hal vardı. Biz işte o mücadeleleri yapa yapa gelecek nesillere bir örnek olduk. Yaptıklarımız, iyisiyle kötüsüyle bir örnek oldu çünkü biz açtığımızda doğru dürüst bir örnek bile yoktu. Türkiye gibi bir ülkede galericilik mesleği hiçbir zaman saygınlık kazanamaz çünkü sistem onu getirmiyor. Burası kapitalist bir toplum mu, sosyalist bir toplum mu o bile belli değil. Mesela kapitalist toplumlarda zenginler müze kurmuşlardır. Sanatçı eser yaratır; o eseri bir galerici alır; müzelere, kurumlara, vakıflara satar fakat bizde öyle bir çark olmadı çünkü müzecilik de daha çok acemice devam ediyor. Bizim galeriyi açtığımız yıllardan 30-40 sene sonra müzeler açıldı. Dolayısıyla biz müzelere resim satamadık. Zaten bugün bile galeriler müzelere doğru dürüst resim satamaz çünkü müzelerin fonu yok. Toplum sanata hazır değil. Sanat yapmaya başlayalı 150 yıl olmuş. Batı nasıl yapmış? Batı, en az beş altı yüzyıldır bu işlerle uğraşıyor. Sanat yazarları çıkmış, galeriler, müzeler… Medici ailesinden itibaren başlıyor olay. Bizde öyle bir arka plan yok. 20-30 yıl da sanatın, kültürün oturması ve topluma mal edilmesi için çok kısa bir süre. Bizdeki zengin, Batı’daki zenginler kadar olgun değil çünkü batılı zengin mesela 300 senedir zengin; dedesinden kalma bir sistemle gelmiş. Avrupa’daki, Amerika’daki zenginler artık öyle bir doyum noktasına gelmiş ki sanatı, sanat eseri satın alarak değil doğrudan destekleyecek çalışmalar yapıyorlar. Bizdeki koleksiyoncu dediğimiz grubun 20-25 senelik bir mazisi var. Onlar sadece eser satın alıyor ama sanatın gelişmesi eser satın alarak olmaz. Mesela 10 milyon dolarlık bir resim alırsınız, bir depoya koyarsınız, onun 100 milyon dolar olmasını beklersiniz. Ama o geçen zamanın ne ressama faydası var, ne galericiye, ne toplumsal yapının gelişmesine. Peki, nasıl yapılır? Sanat eseri satın alınır. Müze şekline dönüştürülür. Halka verilir. Sanatçılar desteklenir. Avrupa’ya, Amerika’ya yollanır. Eğitim yaptırılır. Karşılıksız paralar verilir. Burs verilir. Kitaplar basılır. Sanatı geliştirecek o kadar çok varyasyon var ki… Türkiye’de bu tip şeyler henüz yapılmadı ve yetmiyor. Sonra başka sorunlar da var. Mesela Türkiye homojen bir şekilde zengin bir ülke değil. Zenginlik bugün Bebek’te, Nişantaşı’nda, Ankara’nın birkaç semtinde ve Boğaz’daki yalılardadır. Bu kadar küçük bir muhitte sanat zaten gelişemez. Türkiye’de paranın insanlara eşit şartlarda bölüştürülmesi lazım. Ama o eşitliği kim temin edecek, nasıl yapacak? İnsanlar nasıl eğitilecek de sanat eserleri gerçek değerini bulacak? Şehirlerin arasında hem parasal hem kültürel olarak büyük bir uçurum var. Bu uçurum kapanmadığı müddetçe hiç kimse bir şey beklemesin. Son dönemde artan galerileri çok olumlu görüyorum çünkü her galeri kendi etrafında bir sinerji yaratır, iyi veya kötü. Bence daha da çok açılması lazım çünkü yapılan hatalar olabilir, olumlu işler olabilir; bunlar birer örnek olur bir sonraki nesle. O bakımdan bugünlerde açılması bence çok olumlu. Ama işleyişleri itibariyle ideal galericilik mi yapılıyor, onu tabii zaman gösterir. Öte yandan diğer şehirlere baktığınızda hiç galerileri yok. Mesela Amerika’da merkez, kültür merkezi New York’tur ama Amerika’nın her eyaletinde onlarca galeri vardır. Bir ressam New York’ta sergi açar, sonra gider başka eyaletlerde açar. Bizde öyle bir şey olmadı. İstanbul’da açılıyor ve İstanbul’da kalıyor. Ama mesela Erzurum’da, Kars’ta yahut Adana’da galeriler olsa, biz de buradan organize etsek, bir sergi açsak, aynı sergi Mersin’de de açılsa…

Bunlar bireysel girişimle olacak işler değil, büyük paralar isteyen bir iş. Devlet desteği hemen hemen yok gibi bir şey. Biz bugüne kadar hiçbir yardım alamadık. Başka sebepleri de var. Mesela ben galeriyi açtığım zaman 150 senelik ressamların tamamı birkaç bin kişiydi. Çok düşük bir sayı. Rusya’da 250 bin kayıtlı sanatçı var, Amerika’da 300 bin civarında. Bizde 2 bin, 3 bin; şimdi olsa olsa 4-5 bin kişi çıkar. 100’ün üzerinde güzel sanatlar fakültesi kuruldu ama bunların ne katkısı var öğrenciye, onu da ayrıca düşünmek lazım. Fakülte açılıyor ama iyi bir eğitim verebiliyor mu çocuklara, ona bakmak lazım. Her sene 70-80 kişi mezun oluyor. Bana sorarsanız bir işsizler ordusu geliyor çünkü Türkiye’de bunun karşılığı bir toplum yok. Türk resmi çok lokal; Türkiye’de alınıyor, Türkiye’de satılıyor. Buradan dışarı çıkamıyor. Çok uğraşanlar oldu, ben de çok uğraştım. 70’li yılların sonundan itibaren galerilerle tanışmak için Avrupa’ya, Amerika’ya ne fotoğraflar ne kitaplar götürdüm. Hiçbiri sergi açmayı kabul etmedi. Aşağı yukarı 30 sene uğraştım bu işle fakat başaramadım. Türk resmi tanınmıyor, tanınmayan bir ressama da hiç kimse yatırım yapmıyor. Sanat eseri yerel bir şey değildir; ancak uluslararası değerde olursa dünya çapındaki zenginler o sanatçıya yatırım yapar. Aslına bakarsanız biz yine de, bugünkü şartlarda şanslıyız çünkü dünya küreselleşti. Eskiden Fransa, Almanya, Amerika idare etmiş senelerce. Şimdi küreselleşme nedeniyle uluslararası ilişkiler biraz daha arttığı için bugün geri kalmış ülkelerden de sanatçılar çıkıyor. Henüz Türkiye’den çıkmadı. Bir ressam için en ideal şey dünya çapındaki bir müzede retrospektif sergi açmaktır. Bu ülkede 150 yıldır resim yapılıyor, hiçbir Türk ressamı bunu başaramadı. Ama yeni yeni kıpırtılar var, o heveslendirici bir şey. Mesela Gülsün Karamustafa, Berlin’de, Hamburger Bahnhof ’ta sergi açtı. Çok şaşırtıcı bir şey. Bu büyük bir başarıdır ve kimsenin beklemediği bir şeydir. Bir de Fahrelnissa Zeid… O da 2017’nin haziran ayında, Londra Tate Modern’de sergi açıyor. Bunlar sevindirici olaylar. Yavaş yavaş yurt dışına açılıyor Türkler. Fakat bu da yetmez çünkü dünyada 400 civarında çok zengin koleksiyoncu var. Onlardan birinin koleksiyonuna dâhil olamazsanız o zaman da varlık gösteremiyorsunuz. Bir de tabii, çalıştığınız galerici kim? Hangi yayınevinde kitaplarınız çıkıyor? Kendi paranızla kitap basarsanız da hiçbir kıymeti yok. Dünya çapında Hatje Cantz, Skira, Abrams gibi yayınevleri vardır. Oralarda bastırabiliyorsanız kitabınızı, o zaman dünyaya yayılmış oluyorsunuz çünkü sizi tanımaya başlıyorlar. Türk koleksiyoncuları dünya çapındaki ilk 400’de yer almaz; öyle bir şey söz konusu değil. Yalnız bazı istatistiklere göre Sakıp Sabancı, hat koleksiyonu ile listeye giriyor. Bizim Türk resmi koleksiyoncularının topladıkları eserler evrensel boyutta olmadığı için o 400 kişi arasında yeri olmuyor. İlk 400’e girmek çok zor. Çok zengin olmanız lazım, yani sonsuz para olması gerekiyor. Mesela 2-3 milyar doları olan biri uluslararası mücadeleye giremez. Bir de aslında en büyük zenginlik müze kurmaktır. Koleksiyonculuğu insanlar başta kendi egolarını tatmin etmek için yapıyor. Sonunda bir bakıyorlar ki büyük bir birikim olmuş. Mesela Paul Getty, Barnes Foundation, birçok isim sayabiliriz. Eğer uzunca bir süre o zenginlik korunmuşsa sonunda vakıf kuruluyor. Kârın cüzi bir miktarıyla da o müzeler kuruluyor ve kalıcı oluyor. Sonra vergi muafiyetleri var. Zenginler koleksiyonlarını o müzelere hibe ediyor, sonra vergiden düşüyor. Türkiye’de böyle şeyler yok. Aslında o anlamda baktığınızda Türkiye’de hiçbir şey yok. Kültür Bakanlığı belki de sinema, tiyatro gibi sanat dallarıyla daha fazla ilgileniyor ama resim, heykel, enstalasyon gibi sanatlarla ilgili hiçbir çalışma yapılmadı. Biz de tanışamadık. Ne yapıyorlar, nasıl çalışıyorlar, bu konuları bilmiyoruz. Bizim en büyük hatamız, yahut da eksik tarafımız, Türkiye’de, parlamentodakilerin sanatla bağlantısının çok az olması. Birey olarak baktığınızda öyle bir gençlik yaşamışlar ki, hiç sanat olmadan büyümüşler. Ben onu görüyorum. Sanatla 40-50 yaşından sonra bağ kuramazsınız, 5 yaşında kurmanız lazım. Sadece kültür bakanlığındakiler değil, parlamentodakilerin tamamı… Bu kişiler kaç operaya gitmiş, kaç tiyatro oyunu görmüş, kaç resim sergisi gezmiş, kaç edebiyatçı arkadaşı olmuş, kaç ressam tanımış? Bu iş bunlara bakar. Hukuk fakültesini bitirmiş olabilir ama onun yanında bir şey daha lazım, o da sanat. Batı işte onu yapıyor. Bizde, kültür bakanlığında çalışanlarda, mesela plastik sanatlar zevki ne durumdadır? Eğer Süleyman Demirel’in resim merakı olsaydı, bugün üç dört tane müze kurulmuştu Türkiye’de. François Mitterand gibi bir politikacı arıyorum ben. Türkiye öyle bir politikacı çıkaramadı. Niye çıkaramadı? Fransa’dan çıkıyor François Mitterand. Adam kendi adına kütüphane kurdu Paris’te. Muhteşem bir kütüphane. Mitterand’ın evinde o kadar çok kitap vardı ki, göreve geldiğinde devlet konutuna yerleşmek istemedi. “Ben kitaplarımdan ayrılamam” dedi ve başkanlığı döneminde kendi evinde oturdu. Adam kitap okumayı seven, araştırma yapmak isteyen bir adam. Türkiye niçin François Mitterand, Olof Palme gibi bir politikacı çıkaramıyor? Veyahut da bir Kennedy gibi birisini çıkaramıyor? Bugün öyle insan lazım. Eğer bu toplumu geliştirmek istiyorsak avangart düşünceli, genç düşünen, ilerici insanların her branşta yetişmesi lazım. Etrafına insanları toplasın, ekip kursun, çalıştırsın… Bu şekilde olmaz. Böyle giderse 50 sene de geçse bu sanat ilerlemeyecek. Galeriyi açtığımız yıllarda Türkiye’de sermaye birikimi sınırlıydı. Türkiye, o yıllara nazaran belki de 100 misli daha zengin bugün. O zamanlar yurt dışına çıkma yasakları vardı, 1 dolarla yakalansanız hapse girerdiniz. Böyle kanunlar vardı. Bizim ilk koleksiyoncularımız daha çok avukat, doktor gibi entelektüel kişilerdi. Resim satardık, bizi akşam yemeğine davet ederlerdi. Ben de resmi götürürdüm, ellerimle duvara çakardım, beraber bakardık. Yemek yerdik, sanattan konuşurduk. Böyle romantik bir ilişkimiz vardı. Bugün kulağa çok komik gelebilir. Kimsenin vakti yok artık resmi alıp, duvara çakıp yemek yedirmeye ama o zaman öyleydi. İnsanlar çok saygılıydı o zamanlar. Ne oldu? Sonradan sanayileşme, yurt dışına açılmalar derken Turgut Özal’dan sonra Türk tipi değişti. 1980’e kadar bir Türk tipi vardı, o sistem değişti. Yeni nesil daha sert mizaçlı oldu ama büyükler de aynı şekilde… Sadece Türkiye değil; dünya değiştiği için Türkiye de değişti. Daha gaddar bir nesil geldi; daha acımasız, daha az arkadaşlık isteyen, daha “Avrupa’daki, Amerika’daki zenginler artık öyle bir doyum noktasına gelmiş ki; sanatı, sanat eseri satın alarak değil doğrudan destekleyecek çalışmalar yapıyorlar.” 31 fırsatçı bir nesil. Daha az çalışarak daha çok şey elde etmek isteyen insanlar olduk. Bizim dönemimiz, babalarımızın dönemi biraz daha sosyalist-komünist baskısı altındaydı. Türkiye de bir nevi komünist gibiydi. Komünizm yoktu ama bence komünizmden daha sert bir komünizm vardı çünkü sistem devlet kontrolündeydi. Bugün demokratik bir sisteme geçilmesine rağmen yine de feodal bir yapı var. Bugün en eğitimli iş adamı bile benim kafamda feodal bir yapıya sahiptir. Çalıştırdığı insanlara bakışı, onlara emir verme şekli, onlardan istedikleri… Bugün zengin kesimle ilişkimiz, Anglosakson kültürü içinde bir ilişki değil. Haliyle böyle bir toplumda insanlar kendilerini kurtarmaya çalışıyor. İmkân olduğu kadar az verip, imkân olduğu kadar çok al. Zaten oportünist kapitalizmin tarifi de budur. Böyle bir sistem içinde yaşıyoruz. Bu da tabii koleksiyoncu profili üzerinde çok etkili oluyor. Bir de Türk resmi pazarı son 10 sene içinde daha büyük bir darbe yedi. Borsacılar türedi; hisse senedi alıp satan, borsa işleriyle uğraşan böyle bir gençlik geldi. Bu gençlik sanat ortamında, toplum yapısında çok olumsuz bir değişme yaptı. Birbirleriyle ilişki kurarak bir havuz oluşturdular, belirli paralar koydular. Ressamlardan çok miktarda resim aldılar, o resimleri açık artırmalara koydular. Kendileri koydu, kendileri satın aldı. Yani bu grup mevcut sistemi bozdu. Pek çoğu gerçek olmayan satışlar, spekülatif işler yaptılar. Satıldı gösterdiler ama satılmadı. Bu da birçok kişiyi, gerçek sanat meraklılarını, hatta sanatçıları çok rahatsız etti. Bir güvensizlik duygusu oluştu. Mesela açık artırmalarda 500 bin liraya satıldı deniyor, bir ay sonra aynı resmi tekrar satışta görüyorsunuz. Öyle bir şey olamaz ki. Demek ki o satış olmamış. Kısacası suyu bulandırdılar. Oysa sanatta her şeyin berrak, şeffaf olması lazım. Bu bulanıklık, haliyle koleksiyoncu kitleyi çok daralttı. Türk koleksiyoncuları, 2007-2008 yıllarında uluslararası sanat fuarlarını keşfetti. Art Basel, Frieze Art Fair, ARCO Madrid gibi çeşitli ülkelerin fuarlarına gitmeye başladılar ve dünya çapındaki galericilerle tanıştılar. Oradaki sergileri gördüler ve bir kısmı çok etkilendi. Türk resmi alımını bıraktılar ve evrensel boyutta sanat eseri almaya başladılar. Şöyle baktılar olaya; bir sanat eseri evrensel mi olmalıdır, yerel mi? Elbette evrensel olması lazımdır çünkü bugün bir Andy Warhol’u Japonya’da da satarsınız, Londra’da da ama bir Türk resmini her ülke almayabilir. Bu endişeyle paralarının bir kısmını oraya aktardılar. Böyle olunca Türk sanatından bir soğuma oldu. Bu durum, tabii devletin de desteği olmadığı için sanatçılar arasında, belki galeriler arasında da çok büyük bir panik yarattı. Böyle bir dalgalanmadır gidiyor. Sotheby’s, Christie’s gibi dünya çapındaki açık artırma şirketleri Türk sanatçılarına Dubai’de, Londra’da, başka yerlerde sergiler açtılar. İstenilen sonucu alamadı. Satış yapamadılar ve dikkat ederseniz onlar da bıraktı. Yani Türk sanatı birçok yerden darbe yedi. Türk zengini almayı bırakıyor, yabancı koleksiyoncu almıyor; Türkiye içinde sıkışıp kaldı. Türkiye’deki açık artırmalarda spekülatif davranıldığı için güvensizlik yaratıldı. Kıymetli bir şeyin sahtesi yapılır; pırlantanın, kürkün, heykelin sahtesi olur. Mesela Jacometti’nin bir heykelini bulursunuz, kopyasını yaptırabilirsiniz ama bunun eksperleri var. Türkiye’de henüz ekspertiz oluşmadı. Sadece bakarak bir rapor hazırlanıyor fakat bu rapor geçersizdir. Hatta alay konusudur Avrupa’da, Amerika’da. “Ben baktım, bu orijinal değildir” derseniz, onun hiçbir ciddiyeti yoktur. Ama Türkiye’de hâlen birtakım eksper geçinen adamlar, bu belgeleri veriyorlar. Onların hiçbir kıymeti yoktur. Sahtekârlık her dönemde yapılmıştır. New York Metropolitan Müzesi’nde bile bazı heykellerin sahte olduğu anlaşılmıştır. Aradan 40-50 sene geçtikten sonra kaldırmışlardır bu heykelleri. Müzeler bile böyle hatalar yapabiliyor. Bir galerici de yapabilir. Birisi de bir resim alır, orijinal çıkmayabilir. Oysa bunun bir sistemi var; bir firmadan alacaklar ve sorumlusu o olacak. Benim bir önerim var. Birçok zengin kişinin topladığı yüzlerce resim var. Bu resimleri inceleyelim, içinden mutlaka sahte olanlar çıkacaktır. İşte o nedenle bir koleksiyoncunun bir danışmanı olması lazım. O da kim Sanatta herşeyin berrak, şeffaf olması gerekiyor. Sabri Berkel New York Metropolitan Sanat Müzesi’nin sahte heykeli; Etrüsklü Savaşçı. 1921 yılında müzenin koleksiyonuna dahil edilen sahte heykel, 1961 yılında kaldırılışına kadar 40 yıl sergilendi. 32 olabilir? Bir galerici, müze uzmanı, vs. olabilir fakat o tip insan da yetişmedi Türkiye’de. Mesela buradaki müzelere bakın, resim ekspertizi yapacak adam yoktur. Oysa olmalı. Resimden, heykelden anlayan uzmanlar yetişmeli. Bunun da müzeler öncülüğünde olması lazım. Bu çocuklar mesela sanat tarihi mezunu olabilir, ressam olabilir, heykeltıraş olabilir ama aynı zamanda ekspertiz yapacak nitelikte sanat bilgisi olması lazım. Ben de 40 senede yüzlerce, binlerce resim gördüm. Ben bile bazen baktığımda yanılabiliyorum. Acaba bu o mudur, değil midir diye hep şüpheyle bakacaksınız, yoksa aldatılabilirsiniz. Sanat öyle kendi kendine artan bir şey değil; bir eğitim ve kültür meselesi. Eğitilmiş nesiller yetiştirmek lazım. Dünya çapında insanlar yetişmesi lazım. Şu anda en büyük eksikliğimiz bu. Üniversitelerimiz dünya çapında insan yetiştiremiyor. Bir seferberlik ilan etmeniz lazım. Zaten vakit kaybetmişiz. Osmanlı’nın son 50 senesini düşünün, 1850’lerden 1923’e kadar olan süreyi düşünün. Benim babam tarihçi olduğu için çok okuduk gençliğimizde. Ne ihtilaller, neler neler… Toplum bir türlü yerleştirememiş kendini. Bugün mesela Türkiye’de dedesinin mezarını bilmeyen çok insan vardır. Savaşta ölmüş gitmiş, mezarı bile yok. Ama bir Hristiyan, isimler kilisede yazıldığı için 15. yüzyıldaki dedesinin ismini bile biliyor çünkü bir sistem, bir yazışma sistemi var. Bizde öyle bir şey yok ki. Adam doğmuş, 10 sene sonra nüfus kâğıdı almış. Bir laçkanın içinde bu toplum. Şu an kapıdan çıkın, “Yahu ben ne saçma sapan şeylerle uğraşıyorum” diyeceksiniz. Bu Türkiye’yi küçümsemek değil ama çok feci durumdayız. Ben 19 yaşında Avrupa’ya, Amerika’ya gittim. Aradaki farkı o kadar net görüyorum ki… Korkunç bir şey. Ve çok da geriledi. Eğitim sistemi bozuk olduğu için öğrenmenin değeri kalmadı. Güneydoğu’daki savaş durumu, vs. bunlar o kadar etkileyecek ki bizi. Giderek uçuruma gidiyor Türkiye. Ancak herkes gününü kurtarmaya çalışıyor. Bu ülkede 4 milyon gazete okunuyormuş, düşünebiliyor musunuz? Japonya’da 90 milyon. İskandinav ülkeleri en medeni yerlerdir. Ben de çok kaldım İsveç’te. Orada mesela okuma yazma bilmeyen son adam, 1910’da ölmüş. Sergi açma meselesinde insan bir yerde bir doyum noktasına ulaşıyor. Bugün bakıyorum, yüzlerce sergi açılıyor. Sonra bu sergilere bir uzman gözüyle bakıyorum; 10 sene sonra hiç kimse hatırlamayacak bu sergileri; hatta belki bir sene sonra kimse hatırlamayacak. Yahşi Baraz’ın Kurtuluş’taki galerisi, ülkenin en imkansız sektörlerinden birinde 40 yılı doldurdu. “Türk resim pazarı son 10 yıl içinde büyük darbe yedi.” 33 Öyle sergi açacağınıza hiç açmayın daha iyi. Çok genç sanatçılar geliyor. Onlarla çalışıyoruz. Gençleri destekleyici şeyler yapıyoruz. Gençler çok iyi başlıyor fakat toplumsal destek görmeyince çoğu bırakıyor. Süreklilik çok zor çünkü sanatta idealist bir kişiliğiniz olması lazım. Parayı düşünmeden çalışacaksınız, şöhreti düşünmeyeceksiniz. Bu iki şey mahvediyor: para ve şöhret. Bizde öyle durumda ki, birçok ressam 2-3 ay içinde basına çıkmazsa depresyona giriyor. Bu bir “movie star” değil ki her gün televizyona çıksın. Yalnızlık isteyen bir şeydir plastik sanatlar. Oturacaksın, kapanacaksın. Herkesle görüştün mü zaten bir şey yapamazsın. Kafa yapınız bambaşka olacak, araştırma yapacaksınız, kişisel olarak kendinizi geliştireceksiniz. Onu yaparken de yalnız kalmak lazım. Ama her ressam, her heykeltıraş yalnızlığı sevmiyor. Kimi flört etmek ister, kimi gezmek eğlenmek ister. Tabii o da haklı, en genç yılları. Ne yapacaksın, inziva hayatı mı yaşayacaksın? Ama dikkat ederseniz literatüre kalmış kişilerin hep çok başka bir yaşam şekli olmuştur ve o şekilde literatüre kalmıştır. Yoksa öyle curcuna bir hayat yaşayıp hiç kimse var olamaz. Başarı, yaratıcılık şöyle bir şey; belirli yaşlarda bir şey yaparsanız yapıyorsunuz, yoksa olmuyor. 40’ı geçmişseniz bitmiştir. Bir şey yapmış olmanız lazım. Mesela Rembrandt en güzel eserlerini 18 yaşında yapmıştır. Schubert 31 yaşında ölmüştür ama hâlâ Schubert dinlenir. 31 yaşına kadar nasıl bestelemiş, nasıl yapmış… Egon Schiele mesela. Genç yaşta ölen birçok sanatçı var. Hem çok güzel hem de çok dramatik meslek anılarım var. Tuttuğum notlar da var ama bu notlar bir kitaba dönüşmedi. Bu sıralar röportajlarımdan oluşan bir kitap hazırlıyorum. Akademi’den mezun olduktan sonra, 1971 yılında atölyemi açtım; basınla da o günden bu yana tanışıklığımız var. Şimdi 1971’den bu yana yaptığım yüzlerce röportajı kitaplaştırıyorum.

Diğer Sanat Haberleri için / shopier.com/ArtisansDergi

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir