Uncategorized

Çağdaş Sanat Modernizm Ülküsünün Çöküşüne Bir Tepkidir

Beral Hanım, öncelikle sanat ile olan ilişkinizden, bu ilişkiyi nasıl kurduğunuzdan ve nihayetinde de BM Çağdaş Sanat Merkezi Arşivi’nden söz edelim. Bu arşiv neleri kapsıyor?

Türkiye’deki modernist ve postmodernist sanat ortamına 1980’de girdim. Ondan önce eşim ve çocuklarımla birlikte Ayvalık’ta yaşıyordum. Arkeoloji okuduğum için daha çok arkeoloji ile
ilgili kitap çevirileri yapıyordum o dönem. 1980’deki darbeden sonra eşim Teoman Madra ile Türkiye’de nasıl yaşayacağız, diye düşündüğümüz bir noktaya geldik. İstanbul’a o yıllarda geldik ve o noktadan itibaren artık tek düşüncem, Türkiye’deki koşullar altında nasıl özgür olabileceğimdi. Sonuçta eşimin de öncü bir fotoğraf sanatçısı olmasının da etkisiyle sanat alanına kaydım ve o tarihten itibaren de Türkiye’deki sanat üretimini desteklemek, uluslararası alanda tanınmasını sağlamak gibi süreçler devam etti. 1985 yılında İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı beni uluslararası sergiler yapmak üzere danışma kuruluna çağırdı. Ve o noktadan itibaren gerçekten uluslararası büyük bir çemberin içinde çalışma olanağı buldum.

Sanat piyasası tamamen yüksek kapitalizmin elinde ve oraya ulaşabilmek icin birçok aşama var. Bu aşamalarda kurumlar, kişiler, uzmanlar var. Müthiş bir yapılanma silsilesi söz konusu.

Geçen yılların sonunda da artık kendimi emekli olmaya hazırlamak adına, bütün o yıllarda oluşturduğum arşivimi buraya getirdim. Amacım arşivi bir bütün olarak korumaktı. İlk günden beri de küratör olmak isteyen, sanat yönetiminde çalışan birçok genç; hatta sanatçılar, yüksek lisans ya da doktora öğrencileri benden randevu alıp bu arşivde çalışabiliyor. Burada ne var? Bir kere, 1970’lerden beri toplamış olduğum sanat, kültür, sosyoloji, felsefe konusundaki kitaplar var. Tabii bunun içinde eşimin, oğlumun, kızımın kişisel kütüphanelerinde yer alan kitaplar da var. Ayrıca yıllar içinde yaptığım yüzden fazla
serginin dosyaları var. Bu dosyalarda neler yer alıyor? Yazışmalar, sanatçılarla yazışmalar, bütçeler; hatta yurt dışı sergilerine ait gümrük kağıtları bile var. Yani ayrıntılı bir şekilde çalışma yapılabiliyor burada. Nitekim de yapıldı şimdiye kadar ve bunun devam etmesini istiyorum. Bunun yanı sıra Türkiye’de, Avrupa’da ve bölgede yakın tarihte düzenlenmiş çağdaş sanat sergilerine ait kataloglar, belgeler de yer alıyor arşivde. Sonuçta burada uzun
süreli çalışan biri, Türkiye’deki ya da yakın bölgedeki çağdaş sanat konusunda birkaç kitap yazabilir.

Aslında burada 1980’den bugüne kadar yaşanan bir sürece ait arşivden bahsediyoruz. Siz çok yakından biliyorsunuz bu süreci. Biraz bu serüvenden bahsedelim mi ‒sizin şahit olduğunuz dönemin de öncesinden başlayarak‒ Türkiye’de çağdaş sanat serüveni nasıl gelişti? Neredeydi, nereye evrildi?

Biliyorsunuz, Türkiye bulunduğu bölgede modernizmle ilk tanışan ülke. Osmanlı döneminde başlıyor Batılılaşma adı altında. Ama tabii onun temelinde Avrupa modernizminin bir
şekilde buraya sızması ve burayı değiştirmeye başlaması var diye düşünüyorum. Osmanlı yönetimi bunu kabul etmiş ve uygulamaya koymuş aslında; Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun’la öğrencilere perspektifi öğreterek, derken güzel sanatlar alanında Sanayi-i Nefise’yi açarak… Bu çok büyük bir epistemolojik kırılma yaratıyor. Buna çok dikkatli bakmak lazım. Ne oluyor orada? Bunu sanat tarihçileri de yazıyor, ben de kendi açımdan her zaman yazılarımda belirttim; tasvir durumu değişiyor, yani dünyayı tasvir etme biçimi değişiyor. Ne oluyor, II. Mahmut kendi fotoğrafını devlet dairelerine astırarak suret yasağını tamamen delmiş oluyor, örneğin. Tabii sultanların hepsi portrelerini yaptırıyorlar daha önce ama bunları halkın, geniş kitlenin görmesine imkân yoktu. Daha sonra işin içine fotoğrafın da
girmesiyle bu büyük kırılma derinleşiyor. Fakat tam o sırada Avrupa’da bu işin tersi oluyor. 20. yüzyıl başında Henri Matisse, o sırada Paris’te yapılan büyük emperyalist sergilerden etkileniyor ve orada minyatürü görüyor; birdenbire minyatüre benzeyen resimler yapmaya başlıyor. Osmanlı İmparatorluğu, Rönesans perspektifine doğru giderken Avrupa’da tam tersi olmaya başlıyor. Oradaki modernizmle, birdenbire Avrupa’nın dışında başka bir dünya olduğunu keşfediyor sanatçılar. Tabii ondan önce oryantalistler de var ama bu derece etkili olmuyor. Modernizmin her yeri derinden etkilediği çok açık.
Türkiye’de modernizm iki aşamadan geçiyor. İlki bizde de etkisini gördüğümüz, 1914 kuşağı dediğimiz oryantalist yaklaşımlarla… Onlar manzara resimleri yapıyorlar ama her ne kadar o dönem sergilerde ortaya çıkarılamasa da figür, çıplak erkek, çıplak kadın resimleri de var. Şu anda resim heykel müzeleri dediğimiz mekânlarda ve koleksiyonlarda bunları görmek mümkün. Tabii bizim resim heykel müzelerini şu anda göremiyoruz; Ankara’daki herhalde çok iyi durumda değil, içinden birçok şey çalındı deniyor, onlar yerine getirildi deniyor… İzmir’dekini hiç söylemiyorum, onun adı bile geçmiyor. İstanbul’daki de tam on yıldır kapalı. Yani şöyle bir durum var: Sanat okuyanlar ya da sanat yönetimi okuyanlar Osmanlı Dönemi’ni, şu anlattığım modernizmin temellerinin atıldığı dönemdeki resmi on yıldır
göremiyor. Tabii bu da epistemolojik bir karanlık. Böyle bir şey olabilir mi? Yani gençler sanat tarihi okuyor ama Hoca Ali Rıza’nın resmini ancak kataloglarda görebiliyor. Dolayısıyla
Türkiye’de genç kuşaklar bu örnekleri zaman zaman görebildiler, resim heykel müzesi açıkken gittiler, sergiler yapıldı vs. Hali hazırdaki envanterin de çok sağlıklı bir envanter olduğunu düşünmüyorum ben. Burada modernizmin bir dönemini tam olarak kavramamış bir iki kuşaktan söz ediyorum. Zaten bu boşluk ve yanlışlık televizyon dizilerine kadar yansıyor; İngiltere’de çekilmiş The Tudors dizisinin Osmanlı taklitlerini görüyoruz. Sinemacıların da bunları çok incelediğini, bu resimlere bakarak Osmanlı’yı yorumladıklarını düşünemiyorum açıkçası. Burada bir bilgi karanlığı var, bu çok vahim.

Yazının devamı için / shopier.com/ArtisansDergi

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir